Filistin’de Yaşanan İnsan Hakları İhlalleri I : Apartheid-Av. Gülsüm Sena Ergül

Bu yazı İsrail’in Filistinlilere uyguladığı politika ve eylemlerin “Apartheid” suçunu oluşturup oluşturmadığı hususunda ve Uluslararası Af Örgütü’nün bu konudaki raporundan yararlanılarak kaleme alınmıştır.

Apartheid, tam olarak Türkçeye çevrilemeyen ancak yaklaşık olarak “ırk temelli ayrımcılık” şeklinde çevrilebilecek bir terimdir. Terim, kökenini Güney Afrika’da beyazlar tarafından siyahlara karşı uygulanan ayrımcılık sistemini tanımlayacak şekilde ortaya çıkmış olup Afrikanca kökenlidir. Apartheid’ı ırkçılıktan (racism) ayıran ise sistematik bir şekilde bu ayrımcılığın hem kamusal hem de sosyal hayatta uygulanmasıdır. 

1948-1994 yılları arasında Güney Afrika’da süren bu rejimde siyahilerin yaşadıkları alanlar belirlenmiş, ayrı toplu ulaşımlara mahkûm edilmiş hem kamusal alanda beyazlardan ayrıklaştırılmış hem de sosyal hayatta beyazlarla olan iletişimleri devlet eliyle yasaklanmıştır. Bu ayrımların kaldırılması için siyahiler tarafından yürütülen tüm aktivizm faaliyetleri ise devlet tarafından her geçen gün artan bir şiddet ile bastırılmaya çalışılmıştır. Güney Afrika’da veya Amerika Birleşik Devletleri’nde yaşanan apartheid başka bir yazının konusu olmak üzere şimdi İsrail’in Filistinlilere uyguladığı muamelelerin de uluslararası hukuk kapsamında apartheid oluşturup oluşturmadığını inceleyelim.

Öncelikle uluslararası hukukta apartheid’ın unsurlarını tespit etmek için iki düzenlemeyi incelemek gerekir. Bunlardan ilki 1973 tarihli Birleşmiş Milletler Apartheid Suçunun Önlenmesi ve Cezalandırılması Uluslararası Sözleşmesi (ICSPCA) ve ikincisi ise Uluslararası Ceza Mahkemesi Roma Statüsü’dür.

Roma Statüsünde apartheid, insanlığa karşı işlenen suçlar kapsamında düzenlenmiş olup “bir ırkın, başka bir ırk grubu veya grupları üzerinde, sistematik hakimiyet ve baskı kurmaya yönelik kurumsal bir rejim çerçevesinde ve bu rejimi koruma amacıyla işlediği ve 1. paragrafta sözü edilen insanlık dışı fiiller” olarak düzenlenmiştir. 

ICSPCA ise apartheid suçunu bir grubun yaşam ve kişi özgürlüğü haklarının ihlal edilmesi, bir gruba ait kişilerin öldürülmesi, bedensel zarar verilmesi, işkenceye ve onur kırıcı muameleye uğraması, keyfi olarak tutuklanması, hukuka aykırı olarak hapsedilmesi, sosyal ve kültürel hayata katılımlarının engellenmesi, eğitim haklarının ihlal edilmesi, ülkeye girme ve çıkma haklarının engellenmesi, vatandaşlık haklarının ihlal edilmesi gibi eylemlere dayandırarak tanımlamıştır. Bunları yazarken bile her bir sebep için Filistin’de yaşanan, sosyal medyada, haberlerde, STK’ların paylaşımlarında gördüğümüz birden fazla örnek hatırlamak hepimiz için olağan bir durum haline geldi. 

Peki, apartheid ırksal bir ayrımcılık olarak tanımlanıyorsa Filistinlilerin yaşadıklarını yine de bu bağlamda değerlendirebilir miyiz? 

1948 yılında İsrail’in “Yahudi bir Devlet” olarak kurulmasından beri İsrail’in bölgedeki Yahudi nüfusunu arttırmaya çalışması, 1950 tarihli Dönüş Yasası ile de kanuni bir düzenleme olarak yerini almıştır. Dönüş Yasası tüm Yahudilerin veya Yahudi kökenli olanların İsrail’e göç etmesini kolaylaştırırken 1952 yılında çıkan Vatandaşlık Kanunu ise bu göç edenlerin vatandaş olmasına müsaade edecek şekilde düzenlenmiştir. İsrail’in kurulması ile bölgeden zorla göç ettirilen Filistinlilerin ise İsrail vatandaşı olabilmesi için hem İsrail’in kuruluşu sırasında hem de Vatandaşlık Kanunu yürürlüğe girene kadar (1048-1952 arasında) ikametgahlarının zorla göç ettirildikleri bölgede kayıtlı olması aranmıştır. Bu süreçte 800.000 Filistinli zorlu göçe maruz bırakılırken sadece 150.000 Filistinli, İsrail vatandaşı olabilmiştir ki İsrail vatandaşı Filistinliler de yaklaşık 20 sene boyunca İsrail devletinin asker gözetimi altında yaşamaya maruz bırakılmıştır.

Bu 20 yıldan sonra İsrail vatandaşı Filistinlilerin üzerindeki askeri gözetim kaldırılsa da İsrail vatandaşı olan Yahudilerle eşit haklara ulaşmaları mümkün olmamıştır. Geriye dönüp baktığımızda, İsrail’in kuruluşu ile göçe zorlanan, belli bölgelere hapsedilen, vatandaşlık hakkı verilmeyen ve mülteci olarak tanınmayan yüzbinlerce Filistinlinin yanında , sayısı o kadar fazla olmasa da İsrail’in yönetimi altında YahudiDevleti olarak tanımlanan bir ülkede yaşayan Müslüman Filistinlilerin, İsrail halkının bir parçası olarak entegre edilmemesi gözler önündedir. 

Bu duruma en büyük örnek İsrail vatandaşı Filistinlilerin askerlik hizmetinden muaf tutulmasıdır. Hukuken böyle bir muafiyet tanınmasa da zamanla teamül haline gelen bu gerçeklik büyük hak kayıplarına yol açmıştır. Bunun sebebi ise İsrail’in devlet olarak askerlik hizmetini yerine getirmiş olan vatandaşlarına iş imkanları tanıması, eğitim fırsatları sunması ve ev imkanları tanımasıdır.  

2018’de yürürlüğe giren Ulus Devlet Kanunu ise İsrail vatandaşı Filistinlerin durumunu açık bir şekilde yok saymaktadır. Kanun, “İsrail Devleti’nde ulusal self determinasyon hakkının kullanımı yalnızca Yahudi Halkına özgüdür” şeklinde bir beyan içermekte (Madde 1);devletin sembollerini sadece Yahudi karaktere sahip olacak şekilde tanımlamakta (Madde 2), ve Kudüs’ü İsrail’in birleşik başkenti olarak tanımlamaktadır (Madde 3). Kanun, İbranice’yi resmi dil olarak kabul ederken, Arapça’nın statüsünü bir “özel statü” diline indirgemektedir (Madde 4). Bu durumda İsrail yönetimi tarafından “İsrailli Araplar” olarak sınıflandırılan Filistinlilerin İsrail’de ikinci sınıf vatandaş konumunda olduğu netleşmiştir.​

Hukuken İsrail vatandaşı Filistinlilerin oy kullanmasına veya siyasi hayatta rol almasına engel yoktur. İsrail’in yasama organı olan Knesset’de meclis üyesi olabilirler, ancak gerçekte olanlar hukukun müsaade ettiğinden çok farklıdır. Öncelikle İsrail Seçim Merkez Komitesi’nin ırkçılık yapan ve İsrail’e karşı olan silahlı kuvvetleri, düşman birlikleri veya terörist kuruluşlarını destekleyen adayları seçimden menetme yetkisi vardır. Filistinli vekiller hükümet yetkilileri tarafından korkutmalara ve tehditlere maruz kaldığı gibi aleyhlerine karalama kampanyaları düzenlenip disiplin kurullarınca hukuki temele sahip olmayan cezalar ile siyasi etkileri azaltılmıştır. İsrail’in Yahudi ülkesi olduğuna dair karşı hiçbir argüman sürülemediğinden eşitlik için talep edilen her yasa, 2008’de olduğu gibi, Knesset’de İsrail’in temel değerlerine aykırı olmasından dolayı hiç görüşülmeden reddedilmiştir. 

Hem 1947 ile başlayan süreçte hem de 1967’de Batı Şeria’ya ve Gazze’ye tabiri caizse hapsedilen Filistinliler ise vatandaşlık alamazlar. Vatansız olarak görülürler, mülteci statüsünde tanımlanmazlar. Göçe zorlandıkları eski şehirlerine ve evlerine dönemedikleri gibi bulundukları bölgeden giriş çıkışlarının İsrail’in iznine bağlıdır. Yurtdışına çıkamazlar. Eşleri İsrail vatandaşı Filistinli olsa bile vatandaşlık kazanamazlar, aile birleşimi söz konusu değildir. Bu yazıda ise sadece İsrail devletinde (!) Yahudiler ve Filistinliler arasında yaşanan Apartheid’dan, İsrail devletinin sistematik bir şekilde kendi vatandaşı olan Filistinlileri maruz bıraktığı ayrımcılıktan bahsedilmiştir. 

Bu içerikteki bilgiler Uluslararası Af Örgütü’nün (Amnesty International) 2022 tarihli İsrail’in ApartheidRejimi (Israel’s Apartheid Against Palestinians) isimli raporundan derlenmiştir. Raporun kendisi 280 sayfa iken Türkçe’si sadeleştirilmiştir ve 27 sayfadan oluşmaktadır.

Bu serinin ikinci yazısında ise Uluslararası Adalet Divanı’nda görülen Güney Afrika v. İsrail dosyası bağlamında İsrail tarafından işlenen “soykırım” suçunu inceleyeceğim. Önerileriniz ve düzeltmeleriniz olursa lütfen benimle iletişime geçiniz.

Mandela’nın Filistin ziyaretinde dediği gibi: “Choosepeace rather than confrontation. Except in cases wherewe cannot get, where we cannot proceed, or we cannotmove forward. Then if the only alternative is violence, wewill use violence.” (Barışı seçin, çatışmayı değil. Ancak ilerleyemediğimiz, hareket edemediğimiz ya da bir sonuca varamadığımız durumlarda, tek alternatif şiddetse, o zaman şiddet kullanacağız.”)

Av. Gülsüm Sena Ergül