2025 İsrail’in Filistin’e Saldırıları, İnsani Kriz ve Tarihsel Yankılar -Tolga Çifçi

Diplomasi ve Ateşkes

2025’in ilk yarısında sunulan ateşkes önerileri, görünürde diplomatik bir canlılık yaratsa da tarafların temel pozisyonlarının değişmemesi sebebiyle somut sonuçlara ulaşamamıştır. Hamas, kalıcı ateşkes için İsrail’in tamamen çekilmesini, esir değişimini ve Gazze üzerindeki ablukaların kaldırılmasını şart koşmaktaydı. İsrail ise Hamas’ın silahlı yapısının sona erdirilmesini ‘ön koşul’ olarak ortaya koymuştur. Nitekim İsrail’in en korktuğu şey, Hamas bitirilse dahi tekrar direniş örgütlerinin ortaya çıkacağı hatta bu örgütlerin daha radikal olacağı ve daha sert çatışmalara ve bölgesel savaşa yol açacağı yönündedir. Bu nedenle İsrail’in, Hamas ortadan kaldırılsa dahi yeni bir Hamas’ın ortaya çıkma veya Hamas’ın toparlanması için gerekli bir barış süreci olacağı yönündeki kuşkuları ve süreci baltalama girişimleri mevcuttur. Bu tutum, yalnızca bir güvenlik stratejisi değil, aynı zamanda statükonun devamını tercih eden bir siyasal refleksin sonucudur. Bu noktada, The Guardian’da çıkan haberlerde de İsrail’in sürece yaklaşımındaki sertliği görmek mümkündür.

Bu süreç yalnızca Filistin halkını değil, İsrail halkını da etkilemektedir. İsrail halkı, barış sürecini ve sevdikleri yakınlarını görmek için hükümete baskı uygulamaya devam ediyor. Bu karşılıklı beklentiler, teknik olarak bir anlaşma zeminini imkânsız kılarken; diplomasi çoğu zaman yalnızca zaman kazanma aracı olarak kullanılmaktadır.

20. yüzyıl sonlarında Oslo Süreci’nde yaşanan sahte umutlar da benzer şekilde, tarafların aslında birbirinden çok uzak tahayyüllere sahip olduğunu göstermişti. Bugün ise bu çelişki daha da derinleşmiş durumda. Anlam dünyaları farklı olan iki tarafın ortak bir zeminde buluşması, yalnızca siyasi değil, tarihsel ve kültürel bir geçişkenliğin eksikliğinden dolayı da mümkün görünmemektedir. Bu nedenle, bu şekilde tarafların bu şartlar altında anlaşması imkânsızdır ve bunu artık tüm çıplaklığıyla kabul etmek gerekmektedir.

Gazze bugün yalnızca bir coğrafi alan değil; kuşatma altında bir milletin açlıkla, sefaletle savunmaya çalıştığı bir vatan parçasıdır. Elektriğin, suyun, temel tıbbi malzemelerin eksikliği artık alışıldık bir habere dönüşmüşken; insanların ölü bedenleri sokaklara terk edilmiş, çocuklar yıkıntıların arasında oyun oynamak yerine hayatta kalmaya çalışmaktadır. Küçücük yaşlarda çok ağır sınavlardan geçmekte, bedeller ödemekte ve hayatın yükünü omuzlarına almak zorunda kalmışlardır. En temel hak olan yaşam hakkı Gazze’de artık istisnai uygulanan bir hak olarak karşımıza çıkmaktadır.. Ama hâlâ ne BM’den ne de sözüm ona güçlü devletlerden herhangi bir ciddi tepki gelmemektedir. Sessizlik, aslında suç ortaklığının yeni biçimi haline gelmiştir.

Gelinen noktada Gazze’ye gereken yardımın artık rakamlarla ifade edilebilmesi çok zor; İsrail, gelmekte olan yardımlara dahi izin vermeyerek insanları ölümle yaşam arasında bırakmaya devam etmektedir. Yardımların ulaşmadığı yerlerde insanlar yiyecek için çöpleri karıştırmakta, çocuklar açlıktan bilincini kaybetmektedir. Bu, sadece bir savaş değil, bir toplumun organik çöküşe itilmesidir ve apaçık soykırımdır. Göz göre göre yaşanan bu yıkım, bir halkın hafızasına kazınmakla kalmayacak, insanlık tarihine kara bir leke olarak geçecektir.

GAZZE: SABRA VE ŞATİLA’NIN AYNASI

Bugün Gazze’de yaşananlar, tarihsel olarak 1982 yılında Lübnan’daki Sabra ve Şatila kamplarında yaşananlarla kıyaslanabilecek ölçekte bir toplu travma doğurmaktadır. O dönemde İsrail kuşatma altına aldığı Beyrut’ta, müttefik radikal Hristiyan milisler ile binlerce sivil Filistinliyi katletmişti. Uluslararası kamuoyu o zaman da geç tepki vermiş; katliamın boyutu ancak ceset kokuları şehri sardığında anlaşılmıştı. Aynı kokular bugün Gazze sokaklarında da dolaşmaktadır.

2025 Gazze’si, farklı biçimlerle ama benzer mekanizmalarla yeniden bir “kolektif göz yummanın” sahnesi olmuştur. Tıpkı 1982’de olduğu gibi, uluslararası kamuoyu insani acıyı görse de siyasi çıkarlarla dengelenmiş bir tepkisizlik içerisindedir. Dünya, insani sorumlulukla siyasal hesaplar arasında sıkışmış ve yine en zayıf olanı yalnız bırakmıştır. Tarih, bugün tekerrür etmekte ve yankılarını duyurmaktadır. Bugün de geçmişte olduğu gibi Gazze’ye gözlerini ve kulaklarını kapatmış bir dünya görmekteyiz.

ABD Başkanı Trump’ın “ateşkese her zamankinden yakınız” açıklamaları, diplomatik bir başarı algısı oluşturmayı hedeflerken; Fransa Cumhurbaşkanı Macron’un İsrail’in yardım engellemelerini “kabul edilemez” olarak nitelendirmesi dikkat çekmiştir. Ancak bu açıklamalar, sahada akan kanı durdurmaktan uzaktır. Açıklamalar, vicdanlara sesleniyor gibi görünse de gerçek etki üretmekten acizdir.

İsrail, Macron’un ifadelerini “Hamas propagandası” olarak değerlendirmiş ve Fransa ile diplomatik gerilim tırmanmıştır. Bu durum, uluslararası aktörlerin bölgeye dair söylemlerinin sahada gerçek değişim yaratmakta ne kadar etkisiz kaldığını göstermektedir. Netanyahu suçluluk psikolojisi ile hareket etmekte ve yaptıklarını dünyaya meşru göstermeye çalışmaktadır. Meşruiyet arayışı, aslında vicdanlarda çoktan kaybedilmiş bir savaşın dışavurumudur.

Tüm bu yıkımın ortasında yine de bir umut sorusu kalmaktadır: Bu topraklarda barış mümkün mü? Cevap belki tarihsel değil ama insani olabilir. Ortadoğu’nun geçmişinde her yıkımdan sonra yeniden kurulan ortak yaşam alanları, barışın mutlak değil ama mümkün olduğunu göstermiştir. Umut, bazen en karanlık zamanlarda en beklenmedik yerlerden yeşerir ve tam bu noktada İnşirah suresi hatırlara gelmektedir. “Her zorlukla beraber bir kolaylık vardır. “

Barış için, artık diplomatik söylemle değil; adaletin, hesap verilebilirliğin ve insani değerin önceliklendiği bir yeni siyaset anlayışına ihtiyaç vardır. Aksi takdirde, her ateşkes yalnızca yeni bir savaşın eşiği olacaktır. Kalıcı çözüm, ancak insan onurunu esas alan bir bakışla inşa edilebilir.

SONUÇ YERİNE

Öncelikle bu ateşkesler kalıcı hale gelebilir Ama kesin olarak bilinen şu ki bu çatışma tekrar başlayacaktır. Çözülmesi gereken asıl sorun, Filistin’in devlet olarak tanınmamasından kaynaklanmaktadır. İsrail, görünen o ki buna hiç yanaşmayacaktır. Çünkü Filistin’in tanınması, İsrail’in bölgedeki stratejik planlarını, yerleşim politikalarını ve demografik hedeflerini doğrudan tehdit etmektedir. Bu nedenle İsrail, bütün lobisini harcamakta ve saldırılarını meşru, Filistinlileri ise terörist göstermeye çabalamaktadır. Öyleyse bizlere düşen İsrail’i buna mecbur etmek, mahkum kılmaktır.

İsrail’in en büyük amaçlarından biri, Ürdün’e ve çevre ülkelere sürülmek istenen Filistinlilerin ve göçe zorlananlardan boşalan topraklara — geçmişte olduğu gibi — el koyma hedefine ulaşamaması için Filistinlilerin yerinde kalmasıdır. Bu noktada en azından yerinden edilmeyi durdurmak bile, bir direniş biçimi haline gelmiştir. Ancak acilen uluslararası bir yardım faaliyeti başlatılması elzemdir. İsrail Filistin’e tamamen hâkim olduktan sonra işgale doymayacaktır. Çünkü bu işgal yalnızca fiziksel değil, aynı zamanda kültürel, sosyal ve tarihsel bir silme operasyonudur.

Asıl üzerinde durulması gereken mesele Filistin’in tanınması ve Kudüs’ün özgürlüğüdür. Kudüs’ün statüsü ve geleceği belli olmadan bu barış maalesef ki sadece geçici olarak kalacaktır. Çünkü Kudüs, yalnızca bir şehir değil; üç büyük dinin, milyonlarca insanın hafızasında kutsal bir anlam taşıyan sembolik bir merkezdir.

2025 Gazze’si, yalnızca bugünün değil, geçmişin de yansımasıdır. İsrail-Filistin çatışması artık sadece bir sınır ya da egemenlik meselesi değil; insanlık vicdanının nerede durduğuna dair bir sınavdır. Bu sınav tüm insanlığın sınavıdır. İnsanlık İsrail’e dur demek zorundadır aksi takdirde, bugünkü yıkım geleceğin sıradan tarihi olacaktır.

Tolga Çifçi

Ayrıca Bkz:

https://www.theguardian.com/world/2025/may/31/hamas-submits-response-to-us-led-gaza-ceasefire-proposal

https://www.france24.com/en/middle-east/20250514-netanyahu-slams-macron-over-criticism-of-gaza-aid-blockade