21.yüzyıl büyük çalkantılarla, büyük olaylarla başlamıştır. Bugüne kadar vicdanları kanatan en acı, en büyük olay -soykırım- ise İsrail’in Filistin zulmü olmuştur. İsrail-Filistin meselesi yalnızca bölgesel bir güvenlik meselesi olmaktan çıkmış, uluslararası düzenin vicdani kapasitesini ölçen bir sınava dönüşmüştür. Gazze’de, Lübnan’da yaşanan insani felaket, uluslararası hukuk normlarının sahada ne kadar etkisiz kaldığını gösterirken, devletlerin stratejik çıkarları evrensel değerlerin önüne geçmiştir. Artık tartışma, “hukukun uygulanıp uygulanmadığı” değil, “hukukun varlık nedenini koruyup koruyamadığı” noktasına evrilmiştir.
Bu süreçte özellikle İsrail’in askeri operasyonları, sivil hedeflere yönelik saldırıları ve uluslararası kararlara meydan okuyan tutumu; hesap verebilirliğin sadece teorik bir kavram olarak kalmasına neden olmuştur. “Mevcut mekanizmalar —özellikle Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi ve Uluslararası Ceza Mahkemesi— güçlü devletlerin politik öncelikleri karşısında işlevlerini yitirmiştir. Her ne kadar bu kurumlar fiilen yaptırım üretemese de, raporları sahadaki ihlalleri belgeleyerek meşruiyet krizinin boyutunu görünür kılmaktadır”.1
“Max Weber’in meşruiyet kavramına göre, siyasal otoritenin sürdürülebilirliği yalnızca fiili güce değil, bu gücün toplum veya uluslararası aktörler tarafından haklı kabul edilmesine dayanır. Meşruiyetin kaybı, Weber’e göre yalnızca politik bir zayıflık değil, aynı zamanda toplumsal ve normatif bütünlüğün aşınmasıdır. Günümüzde uluslararası ilişkilerde bu denge tersine dönmüş; güçlü olmak çoğu zaman haklı olmaktan daha belirleyici hale gelmiştir. Bu çerçevede İsrail-Filistin çatışmaları, bu yapısal tıkanıklığın en görünür örneklerinden biridir. Uluslararası hukuk normları ve BM kararları, güçlü devletlerin stratejik çıkarları karşısında etkisiz kalmakta; hukukun uygulanması değil, hukukun meşruiyetinin varlığı sorgulanmaktadır.”2 (Bu analiz, Max Weber’in meşruiyet kavramına dayalı olarak günümüz uluslararası ilişkilerine uygulanmıştır) (Weber, 1919, Weber, 1922).”
Hesap verebilirlik krizinin merkezinde aslında iki temel mesele vardır: Güç ve Meşruiyet
Güç, sahadaki fiili durumu belirlerken; meşruiyet, devletlerin uluslararası itibarını tanımlar. Fakat son yıllarda bu iki kavram arasındaki denge tamamen bozulmuştur. İsrail örneği, gücün meşruiyetin yerini almış, hukuk ise politik araç haline gelmiştir.
Bu makale, klasik hesap verebilirlik modellerinin neden tıkandığını ve Türkiye merkezli yeni diplomatik blokların bu boşluğu nasıl doldurabileceğini incelemektedir. Burada amaç, yalnızca bir eleştiri sunmak değil; aynı zamanda uygulanabilir bir diplomatik yol haritası önermektir. Çünkü uluslararası düzenin geleceği, hukukun yeniden işler hale gelmesine değil, bu hukukun meşruiyetini yeniden üretebilecek aktörlerin varlığına bağlı olacağı aşikardır.
Uluslararası Hukukun Krizi ve İbrahim Anlaşmaları Bağlamı
Uluslararası hukuk, İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemde “barışın kurumsallaşması” amacıyla tasarlanmış bir sistemdir. Ancak bu sistem, savaş sonrası düzenin güç dengesine sıkı sıkıya bağlı olduğu için maalesef eşitlik üretememiştir. Özellikle Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin veto mekanizması, hukukun tarafsızlığını ortadan kaldırarak güçlü devletlerin çıkarlarına hizmet eden bir yapı haline gelmiştir. Bu nedenle, adaletin uygulanması çoğu zaman kimin ihlal ettiğiyle değil, kimin desteklendiğiyle ölçülür hale gelmiştir.
İsrail örneği bu tıkanıklığın en belirgin tezahürüdür. BM kararları, insan hakları raporları ve uluslararası sivil toplum çağrıları, sahadaki fiili durumu değiştirmekte yetersiz kalmıştır. Bunun nedeni yalnızca hukuki değil, aynı zamanda meşruiyet krizidir. Mevcut düzen, gücü elinde bulunduran aktörlerin politik ve stratejik önceliklerine bağımlı olduğundan, uluslararası adaletin evrenselliği yalnızca kavram olarak kalmıştır.
Bu bağlamda, 2020’de imzalanan İbrahim Anlaşmaları, bölgesel diplomaside derin bir kırılmaya işaret etmektedir. Bu anlaşmalar, Arap dünyasındaki geleneksel dayanışma hattını zayıflatmıştır. Bu yeni düzen, görünürde barış üretecek denilse de, aslında uluslararası hukuk ilkelerini jeopolitik pazarlıkların konusu haline getirmiştir.
İbrahim Anlaşmaları, hukukun değil, stratejik çıkarların merkezde olduğu bir dönem başlatmayı hedeflemektedir. Bu durum, İsrail’in bölgesel yalnızlığını kırmayı amaçlarken, Filistin meselesini diplomatik ajandanın dışına itmiştir. Dolayısıyla, bu anlaşmalar hesap verebilirlik açısından bir ilerleme değil, etik sorumluluk bilincinin gerilemesi anlamına gelmiştir. Uluslararası sistem, bu tür anlaşmalar aracılığıyla ihlalleri meşrulaştırırken, hukuk kavramı sadece vitrine konmuş justitia terazisine indirgemiştir.
Bu tablo, artık yalnızca İsrail’in değil, tüm uluslararası düzenin ahlaki dayanaklarını sorgulatmaktadır. Hukukun gücü değil, gücün hukuku belirlediği bu yeni dönemde, adaletin yeniden inşası ancak alternatif diplomatik blokların devreye girmesiyle mümkün görünmektedir. Bu bağlamda, Türkiye’nin diplomatik kapasitesi, hem İbrahim Anlaşmaları sonrası oluşan jeopolitik boşluğu doldurabilecek hem de uluslararası hukuk dengesini yeniden kurabilecek potansiyele sahiptir.
Yeni Diplomatik Bloklar
Uluslararası sistemde hesap verebilirliğin yeniden inşası, yalnızca mevcut kurumları reforme etmekle değil, onlara paralel olarak yeni diplomatik ağlar kurmakla mümkündür. Bu bağlamda, Türkiye, Türk Devletleri Teşkilatı (TDT), Arap Birliği, Afrika Birliği ve Adalet arayışında olan vicdan sahibi ülkeler arasında geliştirilebilecek “Dayanışma Platformu” arasında alternatif meşruiyet üretim mekanizması zorunlu hale gelmiştir.
Yeni diplomatik blokların en önemli farkı, geleneksel ittifaklardan farklı olarak yalnızca çıkar temelli değil, etik sorumluluk ve uluslararası adalet bilinci temelli bir birliktelik kurabilmeleridir. Bu bloklar, güç dengesi rekabetine dayalı değil, insani güvenlik ve etik temellere ve hukuka dayanan bir vizyon etrafında örgütlenmelidir. Türkiye bu yapının doğal merkezidir; çünkü hem Batı ile diyalog kurabilen hem de Doğu’nun tarihsel hafızasına erişimi olan bir diplomatik kimliğe sahiptir ve bu jeopolitik köprü adaletin taşıyıcısı olmalıdır.
Yeni blokların işlevi üç ana sütun üzerinde yükselmelidir:
1. Delil ve Belgeleme Ağı: İsrail’in askeri operasyonları ve sivil kayıplara ilişkin belgelerin tarafsız şekilde toplanması, uluslararası hukuk kurumlarına veri sağlayan “bağımsız bir delil altyapısı” oluşturabilir. Bu sistem, Ankara merkezli bir veri tabanı ile desteklenmelidir.
2. Ekonomik ve İnsani Dayanışma Mekanizması: Türkiye, Katar ve Malezya gibi aktörlerle birlikte, “Hukuk ve İnsani Fon” adı altında bir mali platform kurarak hem yardımları koordine edebilir hem de savaş suçlarının ekonomik finansmanını şeffaf hale getirebilir.
3. Kamu Diplomasisi ve Baskı: Türk Dünyası, Arap basını ve Afrika medya ağları arasında kurulacak ortak yayın ağları sayesinde, bilgi akışı tek merkezden değil çoklu olarak sağlanabilir. Bu hem dezenformasyonu azaltacaktır hem de İsrail yanlısı medyanın tek yanlı söylemine alternatif üretecektir
Ayrıca bu yeni diplomatik ağlar yalnızca İsrail meselesine değil, uluslararası adaletin yeniden tanımlanmasına katkı sunacaktır. Çünkü artık mesele bir devleti yargılamak değil, uluslararası düzenin sessizliğini yargılamak olmalıdır.
Türkiye’nin diplomatik öncülüğü, bu sürecin yalnızca teknik değil, ahlaki liderliğini de üstlenmesini gerektirecektir. Bu çerçevede, çok taraflı ama vicdani merkezli bir diplomasi modeli, geleceğin uluslararası düzeninde kalıcı bir fark yaratması kaçınılmaz olacaktır.
ANKARA DOKTRİNİ: Türkiye’nin Hesap Verebilirlik Diplomasisindeki Rolü
Uluslararası sistemin kriz dönemlerinde Türkiye, tarihsel olarak ara bulucu, dengeleyici ve adaletli kimliğiyle öne çıkmıştır. Osmanlı’nın çok taraflı diplomasi geleneğinden Cumhuriyet dönemi çok yönlü dış politikasına uzanan süreç, Türkiye’yi yalnızca bölgesel bir güç değil, etik temelli bir diplomasi merkezi haline getirmiştir. Bu bağlamda, Türkiye’nin “Ankara Doktrini” olarak adlandırılabilecek yeni bir diplomatik çerçeve önermesi hem bölgesel hem küresel düzeyde hesap verebilirliğin yeniden inşasında öncü bir adım olabilir.
Ankara Doktrini, üç düzeyde işleyen bir diplomatik stratejiyi temsil etmelidir: kurumsal, operasyonel ve normatif düzey. Bu üç boyut, birlikte uygulandığında hem insani güvenliği güçlendiren hem de uluslararası hukukun sahadaki etkisini artıran bir yapı oluşturmayı amaçlamaktadır.
1. Uluslararası Hesap Verebilirlik Merkezi Ankara merkezli olarak kurulabilecek bu yapı, sivil ihlallerin belgelenmesi, delillerin arşivlenmesi ve hukuki süreçlerin izlenmesi konusunda uluslararası standartlara uygun bir sistem işletmelidir. UHM, Birleşmiş Milletler veya Uluslararası Ceza Mahkemesi gibi kurumlara bağımsız veri sağlayarak delil zincirini güçlendirmeli ayrıca bu merkez, dünyanın çeşitli yerlerindeki üniversiteler, sivil toplum kuruluşları ve diplomatik temsilcilikler arasında bilgi koordinasyonu sağlayacak ve ihlallerin belgelenmesine olanak sağlayacaktır.
- Bölgesel Arabuluculuk Platformu Türkiye’nin son yıllarda Katar ve Mısır ile geliştirdiği diplomatik hat üzerinden tesis edilebilecek bu platform, kriz bölgelerinde hızlı tepki verebilen diplomatik “ilk müdahale mekanizması” işlevi görecektir. Bu yapı, ateşkes görüşmeleri, insani yardım geçişleri ve güvenlik koordinasyonları gibi konularda tarafsız gözlemci statüsüyle hareket edecektir ve böylece Ankara, yalnızca bir bölgesel güç değil, vicdan diplomasisinin merkezi haline gelecektir.
- Kamu Diplomasisi ve İnsani Algı Yönetimi: Türkiye, medya, akademi ve kültürel diplomasi alanlarında sahip olduğu kapasiteyle, hesap verebilirlik konusunu uluslararası kamuoyunun gündeminde tutabilme gücüne sahiptir. Bu amaçla kurulabilecek “Hesap Verebilirlik Gözlemevi”, hem dijital hem geleneksel medya üzerinden çok dilli içerik üreterek dezenformasyonu engelleyecektir. Bu gözlemevinin temel misyonu, sahadaki gerçekliği görünür kılmak ve uluslararası toplumu sorumluluk bilinciyle hareket etmeye çağırmaktır.
Bu modelin başarısı yalnızca diplomatik girişimlerle değil kurumsal dayanıklılıkla mümkündür.
mümkündür. Türkiye, bu yapıyı Dışişleri Bakanlığı koordinasyonunda, TİKA, AFAD, YTB ve TÜBA gibi kurumların desteğiyle hayata geçirebilir. Böylece “Ankara Doktrini”, yalnızca bir öneri değil, uygulanabilir bir dış politika paradigması haline gelecektir.
Somut Adımlar ve Bölgesel Senaryolar
Hesap verebilirlik yalnızca bir ideal değil, somut uygulama mekanizmaları gerektiren bir süreç olmalıdır. Bu nedenle diplomatik önerilerin etkili olabilmesi için sahada karşılığı olan araçlarla desteklenmesi gerekir. Türkiye merkezli bir hesap verebilirlik stratejisi, kısa ve orta vadede uygulanabilecek on somut politika adımıyla güçlendirilebilir.
Ekonomik Şeffaflık Platformu
Savaş ekonomisini finanse eden aktörleri izlemek ve gelir akışlarını denetlemek üzere Türkiye, Katar ve Malezya üçlü ortaklığıyla kurulabilir. Bu platform, uluslararası bankacılık sisteminin dışında, etik finans ilkeleriyle çalışmalıdır.
Uluslararası Delil ve Tanıklık Arşivi
Türkiye’nin liderliğinde kurulacak dijital tabanlı bir arşiv sistemi, savaş suçlarına ilişkin görsel, yazılı ve tanıklık verilerini toplayarak uluslararası mahkemelere güvenilir delil sağlar. Bu platform, blok zincir (blockchain) tabanlı kayıt sistemiyle manipülasyonu engelleyecektir.
İnsani Koridor Gözlem Misyonu
TDT, Arap Birliği ve Afrika Birliği ve çeşitli ülkelerin temsilcilerin yer aldığı bu yapı, sahadaki yardım akışını denetlemelidir. Böylece hem güvenli geçiş hem de insani yardımların politik malzeme haline getirilmesi engellenmelidir.
Diplomatik Etki Ağı
BM, İİT, TDT ve Afrika Birliği’ne bağlı daimî temsilciliklerin eşgüdümünde faaliyet gösteren bu ağ, uluslararası oylamalarda ve açıklamalarda tutarlılık sağlamalıdır. Amacı ise, “dağınık vicdan” yerine “koordineli diplomasi” üretmektir.
Kamu Diplomasisi Kampanyası
Türk medyası, diaspora ağları ve uluslararası akademi çevreleriyle yürütülecek bu kampanya, küresel kamuoyunda farkındalık yaratır. Dil, din veya coğrafya ayrımı olmadan insani sorumluluk bilincini yaymayı hedeflemelidir.
Eşdeğer Diplomatik Baskı Girişimi
BM’de tıkanan karar süreçlerine alternatif olarak, bölgesel ülkelerin kendi etik karar platformunu oluşturması önerilmeli, EMG, bağlayıcı olmasa da siyasi meşruiyet üretmeli ve baskı oluşturabilmelidir.
Sivil Gözlemci Sistemi
Gazze gibi çatışma bölgelerine bağımsız gözlemci gönderebilen bir sistemdir. Gözlemciler akademisyen, hukukçu, STK temsilcisi gibi sivil figürlerden oluşmalıdır.
Adalet ve Diplomasi Merkezi
Ankara’da kurulabilecek bu merkez, uluslararası hukuk ve diplomasi öğrencilerine hesap verebilirlik temalı eğitim programları sunacaktır. Böylece yeni bir diplomasi kuşağı yetiştirilmeli ve yeni kuşakta vicdani farkındalık uyandırılmalıdır.
Kriz Diplomasisi İletişim Merkezi
Kriz anlarında dezenformasyonu engellemek için hızlı bilgi akışı sağlayan bir merkez olmalıdır. Bu yapı, medya doğrulama sistemleriyle uluslararası kamuoyuna çok hızlı güvenilir veriler sunabilmelidir.
Yeniden İnşa Fonu
Çatışma sonrası bölgelerin yeniden imarı için uluslararası finans kuruluşlarıyla ortak yürütülebilecek bir fondur. Türkiye bu süreçte koordinatör ülke rolü üstlenebilir.
Bu politika adımları, yalnızca İsrail-Filistin bağlamına değil, gelecekte dünyanın farklı yerlerinde benzer insani krizlerde de uygulanabilir kurumsal refleksler oluşturmayı hedeflemektedir.
Türkiye’nin öncülüğünde oluşturulacak bu yapı, öncelik olarak askeri güç yerine diplomatik kapasiteye dayalı bir caydırıcılık modeli inşa edecektir. Bu model, klasik yaptırım mantığını reddetmeli; onun yerine caydırıcılığı öncelemelidir.
Bu politik uygulama Türkiye’yi “insani hukuk diplomasisinin” küresel temsilcisi haline getirebilir. Böylece hesap verebilirlik, yalnızca yargısal değil, aynı zamanda politik bir meşruiyet alanı kazanacaktır.
Bölgesel, Küresel Senaryolar ve Yeni Blokların Etki Alanı
Yeni diplomatik blokların ortaya çıkışı, yalnızca mevcut sistemin eksiklerine tepki değil, aynı zamanda yeni bir uluslararası düzen tahayyülü olacaktır. Türkiye’nin öncülüğünde şekillenecek bu yapı, Batı merkezli karar mekanizmalarının alternatifi değil, tamamlayıcısı olmayı hedeflemelidir. Çünkü uluslararası sistemin sürdürülebilirliği, tek kutuplu güç mimarisinin ötesinde çok taraflı etik temellere dayanmak zorundadır.
Bu çerçevede, önümüzde üç olası senaryo öne çıkmaktadır:
Olumlu Senaryo: Etik Güç Dönüşümü
Bu senaryoda, Türkiye’nin önerdiği diplomatik blok modeli, bölgesel ve küresel düzeyde kabul görecektir. Arap Birliği, TDT ve Afrika Birliği arasındaki koordinasyon güçlenecek; BM Genel Kurulu ve İİT gibi platformlarda ortak söylem birliği oluşacak, bu süreçte Ankara, “etik diplomasi” ekseninde meşruiyet üreten bir merkeze dönüşecektir.
Bu durumda, Türkiye’nin inisiyatifiyle kurulan Uluslararası Hesap Verebilirlik Merkezi ve Eşdeğer Diplomatik Baskı Girişimi gibi yapılar, uluslararası hukukta tamamlayıcı kurumsal işlev görecektir. İsrail gibi devletler üzerinde doğrudan yaptırım olmasa bile, sürekli ve çok yönlü diplomatik baskı, askeri caydırıcılıktan daha etkili hale gelecektir.
Kısmi Senaryo: Bölgesel Etki Alanı
Bu senaryoda yeni diplomatik bloklar kısa vadede küresel meşruiyet kazanmasa da, bölgesel düzeyde kalıcı etki yaratacaktır. Türkiye, Arap Birliği ve Afrika Birliği arasındaki eşgüdüm sayesinde, özellikle insani yardım, kriz yönetimi ve yeniden inşa süreçlerinde etkin bir rol üstlenecektir.
Bu modelde Ankara, küresel sistemde ikinci düzey ama istikrarlı bir güç merkezi haline gelecektir. BM ve AB gibi yapılar Türkiye’nin diplomatik girişimlerini temkinli ama olumlu izleyecektir. Bu durum, Türkiye’nin hem Doğu hem Batı ile aynı anda çalışabilen benzersiz konumunu güçlendirecektir. Türk hariciyesi bunu yapabileceğini defaatle göstermiştir.
Bölgesel etki alanı genişledikçe, “Ankara Doktrini” yalnızca İsrail-Filistin ekseninde değil, Afrika’da iç savaşlar, Kafkasya’da sınır krizleri ve Asya’da insani felaketler gibi diğer alanlarda da referans noktası haline gelecektir.
Bu senaryolardan her biri, Türkiye’nin stratejik yönelimlerine bağlı olarak farklı sonuçlar doğurabilir. Ancak tüm olasılıklarda ortak nokta şudur: Türkiye, artık uluslararası sistemin edilgen bir aktörü değil, düzenin ahlaki mimarlarından biri olma potansiyeline sahiptir.
Meşruiyetin Dönüşümü ve Ahlaki Devletin Geri Dönüşü
İsrail’in son yıllardaki askeri operasyonları, uluslararası hukukta bir ilkeyi açıkça görünür hale getirmiştir: Bugün geldiğimiz noktada haklı olmak değil, güçlü olmak belirleyici hale gelmiştir.
Bu durum, yalnızca İsrail’e özgü bir sorun değil; küresel düzenin yapısal bir arızasıdır. Batı merkezli güvenlik anlayışı, uluslararası barışın sürdürülmesine artık hizmet etmemektedir.
Bu noktada Türkiye’nin önerdiği diplomatik vizyon, yalnızca bir karşı duruş değil, yeni bir ahlaki devlet anlayışının ifadesidir. Türkiye, uluslararası ilişkilerde meşruiyetin yeniden tanımlanması gerektiğini savunurken, güç yerine etik sorumluluk temelli bir dış politika inşa etmektedir. Bu yaklaşım, modern diplomasinin “çıkar” merkezli doğasına meydan okumakta, devletlerin uluslararası davranışlarını vicdani bir çerçeveye oturtmayı hedeflemektedir.
Meşruiyetin dönüşümü, üç temel eksende tartışılabilir:
1. Etik Devlet Kavramı: Devlet, artık yalnızca çıkarlarını koruyan bir yapı değil; küresel adaleti önceleyen, vicdan sahibi bir aktör olmalıdır. Türkiye’nin politik reflekslerinde bu ahlaki yükümlülük giderek daha belirgin hale gelmektedir.
2. Vicdan Mekanizması: Uluslararası kamuoyu, artık yalnızca medya üzerinden değil, yeni diplomatik ağlar ve sivil gözlemci platformları aracılığıyla harekete geçirilebilir. Bu, ulus-üstü bir etik farkındalık doğuracaktır.
3. Etik Dayanıklılık: Uluslararası sistem, kriz anlarında dahi değerlerini koruyabilmelidir. Türkiye’nin önerdiği kurumlar, bu etik direnci yeniden inşa etmeyi hedeflemektedir.
Bu noktada “Ankara Doktrini”, yalnızca bir diplomatik öneri değil, uluslararası etik inşasının planı olarak değerlendirilmelidir. Çünkü diplomasi artık güç gösterisi değil, insan onurunun korunması için inşa edilen bir sorumluluk alanıdır.
SONUÇ
Uluslararası Düzenin Vicdani Yeniden Yapılanması
Bugün dünya, İkinci Dünya Savaşı sonrası kurulan sistemin en büyük meşruiyet krizini yaşamaktadır. Uluslararası hukmoduk, adaleti sağlamaktan ziyade, büyük güçlerin çıkarlarını koruma aracına dönüşmüştür. Ancak bu kriz, aynı zamanda yeni bir dönüşüm fırsatını da içinde barındırmaktadır.
Türkiye’nin öncülük ettiği yeni diplomatik yöntem, bu dönüşümün vicdani eksenini temsil etmektedir. Ankara’nın ortaya koyduğu model, yaptırım veya askeri caydırıcılıktan değil, etik liderlikten beslenmektedir. Bu, uluslararası ilişkilerde nadir görülen bir yönelimdir; çünkü ahlaki liderlik, kısa vadeli kazançlar değil, uzun vadeli çözümler üretir. Bu yöntem vicdani sorumluluğu yerine getirebilme bilinci ve bunu taşıyacak kuşağı yetiştirecektir.
Uluslararası hesap verebilirlik kavramı, yeniden anlamlandırılmak zorundadır. Artık adalet bilinci tekrar kurumsallaşmalı ve güç odaklı olmamalıdır. Bu noktada Türkiye’nin tarihsel hafızası, kültürel bağları ve insani diplomasi deneyimi, yeni bir küresel etik değer üretimi için eşsiz bir zemin sunmaktadır.
Geleceğin düzeni, yalnızca güç dengesine değil, vicdan dengesine de dayanmalıdır. Ankara’nın merkezinde olduğu diplomatik bloklar, bu vicdani dengeyi yeniden kurabilir. Çünkü gerçek hesap verebilirlik, mahkeme salonlarında değil, devletlerin ahlaki kararlarında başlar.
Sonuç olarak, uluslararası toplumun önünde iki seçenek vardır: Ya mevcut sistemin adaletsiz yapısını sürdürerek normların çürümesini izlemek, ya da Türkiye’nin öncülüğünde şekillenen vicdani diplomasi düzenine adım atmak.
Bu makale, ikinci seçeneğin yalnızca mümkün değil, zorunlu olduğunu savunmaktadır. Çünkü adalet, eğer yalnızca güçlüler için varsa, artık adalet değildir. Ve tarihin bu dönemeci, bir kez daha Anadolu’dan yazılmalıdır.
Tolga Çifçi
Sonnotlar
1 United Nations Human Rights Council Reports, 2021-2025; Byman & Lind, 2009
2 Weber, M. (1919). Politics as a Vocation., Weber, M. (1922). Economy and Society.
