Doğu Türkistan, tarih boyunca Türk-İslam medeniyetinin birçok coğrafyada bulunan köprüleri gibi doğu sınırında bir kültür ve inanç köprüsü olmuştur. Ancak günümüzde bu topraklar, en karanlık gözetim laboratuvarlarından birine dönüşmüştür. Çin yönetiminin radikalleşmeyle mücadele ve kalkınma söylemleriyle yürüttüğü politikalar, aslında bir halkın hafızasını silmek ve yeni bir hafıza, yeni bir kimlik yaratma girişimidir
Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Ofisi’nin raporları, bölgede ciddi insan hakları ihlalleri yaşandığını açık biçimde belirtmektedir.(1) Toplama kampları, zorunlu ideolojik eğitimler ve kültürel yasaklar, bu ihlallerin en görünür boyutlarıdır. Ancak asıl trajedi, bu durumun küresel düzeyde bilinmesine rağmen maalesef ki normalleşmiş olmasıdır. Dünyanın ekonomik merkezleri, Çin ile ticari bağları zarar görmesin diye sessizliği seçmektedir. Bu sessizlik, yalnızca bir diplomatik tercih değil; insanlığın vicdanının çürümesidir.
Peki Doğu Türkistan Neden Önemlidir?
Doğu Türkistan, Çin’in “Kuşak ve Yol Girişimi” stratejisinde hayati bir rol oynamaktadır. Bu bölge, enerji hatlarının, doğal kaynakların ve kara ticaret yollarının kavşağı konumundadır. Çin yönetimi için bu coğrafya yalnızca bir güvenlik sorunu değil, aynı zamanda ekonomik büyümenin ana arterlerinden birisidir. Bu nedenle bölgeye yönelik baskı, yalnızca ideolojik değil; Çin stratejisinin bir gerekliliği olarak görülmektedir.
EurAsia Review gibi uluslararası analiz platformları, Pekin’in bölgeye gelişmiş gözetim teknolojilerini entegre ederek hem dijital hem demografik bir dönüşüm yürüttüğünü vurgulamaktadır. Uydu görüntüleri, Han nüfusunun sistemli biçimde artırıldığını, yerel kültürel simgelerin ve mimarinin ise ortadan kaldırıldığını göstermektedir. Bu durum yaşadığımız modern çağda dijital sömürgeciliktir. (2)
Çin yönetimi bu süreci “ekonomik kalkınma” olarak sunarken, bölge halkının asıl talebi basit bir hakikate dayanıyor: Var olma hakkı Uygurlar, Kazaklar ve Kırgızlar için mesele ideolojik değil sadece insani bir varlık mücadelesi haline gelmiştir.
İnsan Hakları İzleme Örgütü (Human Rights Watch) raporlarında belirtildiği üzere, bölgede yürütülen politikalar yalnızca fiziki baskı değil, kültürel köklerin yok edilmesi amacını taşımaktadır. Uygurca eğitim neredeyse tamamen kaldırılmış, dini ibadetler kısıtlanmış, binlerce cami ve türbe yıkılmıştır. Bu durum, UNESCO’nun kültürel çeşitlilik ilkesine aykırıdır.
Kimlik, yalnızca dil ya da inançtan ibaret değildir; müzik, yemek, edebiyat ve toplumsal hafızanın tamamı olarak kabul edilmektedir. Ancak bu unsurlar sistematik biçimde silinmekte, yerini tek tip bir Çin Kültürü kalıbına sokmaktadır. Bu süreç, bir sessiz kültürel soykırım olarak tanımlanabilir. Amnesty International raporları, çocukların ailelerinden kopartılarak devlet okullarında Çince eğitim ve ideolojik eğitimle büyütüldüğünü doğrulamaktadır.3
Bu tabloya rağmen halk direncini sürdürmekte ve tabii olan varlıklarını devam ettirmek istemektedir. Diasporadaki Uygurlar, dünyanın dört bir yanında kimliklerini yaşatmak için çabalamakta, sanatları ve dilleriyle varoluşlarını korumaktadır.
Doğu Türkistan’da yaşananları artık herkesin bildiği ama konuşmaktan kaçındığı bir gerçek. Batılı devletler, Çin’le olan ekonomik ilişkilerini riske atmamak için diplomatik dengeyi tercih ediyor. İslam dünyası ise çıkar ilişkileri ve enerji bağımlılıkları nedeniyle büyük ölçüde sessiz kalıyor. Bu sessizlik, uluslararası hukuk metinlerinde yazılı tüm insani değerlerin içini boşaltıyor.
Bir sivil toplum temsilcisi için bu tablo, yalnızca dış politika meselesi değil, vicdani bir sorumluluk çağrısıdır. Çünkü bir halk susturulurken sessiz kalmak, fiilen o susturmanın parçası olmaktır. İnsan hakları yalnızca kâğıt üzerinde değil, eylemde anlam kazanır.
Human Rights Watch ve Amnesty International’ın raporları, hâlâ yüz binlerce insanın yeniden eğitim merkezlerinde tutulduğunu belirtirken; Çin, bu merkezleri mesleki gelişim kurumları olarak sunmaktadır. Kelimeler yumuşatılıyor, ama bölge halkı için acı değişmiyor.(4)
Türk Dünyasının Ahlaki Sorumluluğu
Türk dünyası açısından Doğu Türkistan sorununa, yalnızca etnik, vicdani veya tarihsel bir bağ olarak değil ahlaki olarak bakılmalıdır. Türkiye ve Türk Cumhuriyetleri, ekonomik kaygılardan bağımsız biçimde, bu konuda insani diplomasi yürütmek zorundadır. Zira kültürel köklerinden kopartılmış her Uygur, Türk dünyasının ortak hafızasından silinmiş bir sayfa demektir.
Bu noktada Türkiye merkezli sivil toplum kuruluşlarının rolü kritik. Diplomatik dengeler sessizliği tercih ederken, STK’lar vicdanın sesi olmalıdır. Kültürel dayanışma projeleri, medya farkındalığı, diaspora ağlarının desteklenmesi ve hukuki raporlama süreçleri bu mücadelenin sivil temellerini oluşturacağı aşikardır.
Sivil toplumun misyonu, politikadan öte bir bilinç inşa etmektir. Sessiz kalmamak, tanıklık etmek, belgelemek ve anlatmak. Çünkü adalet, önce hatırlamayla başlar.
Doğu Türkistan, yalnızca coğrafi bir alan değildir. Onu yeniden görünür kılmak, sadece Türk dünyasının değil, tüm insanlığın görevidir.
Tolga Çifçi
1-https://www.ohchr.org/en/documents/country-reports/ohchr-assessment-human-rights-concerns-xinjiang- uyghur-autonomous-region
2-https://www.eurasiareview.com/10112025-how-east-turkistans-spirit-endures-beijings-attempted-erasure-oped
3-https://www.amnesty.org/en/latest/news/2025/08/china-still-no-accountability-for-crimes-against-humanity-in- xinjiang-three-years-after-major-un-report
4- https://www.hrw.org/report/2021/04/19/break-their-lineage-break-their-roots/chinas-crimes-against-humanity- targeting
